Albümk logo

Albümk

Subscribe
Archives
October 8, 2020

Albümk #3 – Samimiyet Gürültüsü – 81020

İki haftalık Albümk bültene hoşgeldiniz, ben Batu. Abone değilseniz, olmak için tık.



Üçüncü sayıyla birlikte, bültenin yapısını daha belirgin hale getireceklerini umduğum başlıklar açmaya başlıyorum.

“Sıkı Dostlar”da, farklı yarışları aynı kulvarlarda koştuklarını, birbirleriyle konuşabildiklerini ve benzer dinleme tecrübeleri sunduklarını düşündüğüm albümlerden bir seçki yapacağım. Hafif derece tematik olan bu başlıkla, ilk iki sayıya denk gelebildiyseniz tanışık olabilirsiniz.

Yeni yayınlanan albümleri takip etmenin müzikseverliğe özgü heveskarlık ve keşifçilikten ne kadar hızlı çıkıp da stres verici bir istifçiliğe dönüşebileceğini biliyorum. Geçen senenin sonlarına doğru yazdığım bir blogda bu tecrübeyi anlatmaya çalışmış, yeni albüm önerilerinin istifi değil merakı teşvik etmesi gerektiğini yazmışım. Hala da öyle düşünüyorum ki bu şerh, bültene eklemeye karar verdiğim “Yeni & Gibi” başlığı için de geçerli.

“Lokal Palas” başlığındaysa, malum, karşılaşıp sevdiğim Türkiye menşeli albümlere yer vereceğim. Bu sıfatı taşıyan birkaç albümde emeği bulunan biri olarak, bu alanda üretilen eserler için ayrıca düzenlenmiş kriter ve referans listeleri buruşturulup atılırsa Türkiye müziğinin teknik ve estetik anlamda gelişeceğini düşündüm uzun zaman boyunca. Artık öyle düşünmüyor, bu alanın her dip köşesi boyunca gerçek bir komünite olarak işlemesine bir gıdım da olsa hizmet edecek ne varsa yapılması gerektiğine inanıyorum. Kriter kullanmamayı değil, beğenmemezcilikten uzak durmak için aktif bir çaba sarf etmeyi kastediyorum.  Yeni bir eser mi yayınladınız? Erişebileceğim bir adres gönderirseniz, dinleyip bültende imkanımca paylaşmaktan mutluluk duyarım. İsmini yeterince duymadığınız için anlamsız bir sinire kapıldığınız Türkiyeli/Türkiye’de ikamet eden/Türkiye dışında ikamet eden Türkiyeli bir müzisyen mi var? Denden.

Son olarak da üst paragrafın son cümlesiyle bağlantılı ama onunla sınırlanmayan, şakalı ya da akıllıca bir laf oyunu düşünemediğim için ismiyle müsemma kalan “Önerileriniz” başlığı var. Tüm önerilerinizi Twitter’dan ya da bu bültene doğrudan bir e-posta cevabı göndererek ulaştırabilirsiniz.

Bültene başladığımdan beri birkaç albüm önerisi aldım, bu sayı için birini dinleyebildim, ancak öneride bulunan kişilerden gerekli izinleri almayı akıl etmediğim için isimlerini paylaşamıyorum (bu da öyle bir amatörlük işte).

Keyifli okumalar.

Sıkı Dostlar

“Stars”ı tüm post-rock camiasıyla, “Mr. November”ı “Vur Yüreğim”le, Sezen Aksu en duygusal şarkılar bedava dinle ile America’s Got Talent en iyi müzik performansları izleyi tuhaf ama öngörülebilir bir şekilde birbirine bağlayan bir kanal var: kreşendo. Müzik edevatı arasında duygusal tıkanıklıkları açma konusundaki en meziyetlilerden olan bu yöntemin bir balad içinde yarattığı keskin kontrast, ben dahil nice üzgün müzik bağımlısını kendine kul eyledi. Yalnız, dinleyicide basacağı düğmeler dünden belli olan bu metodun samimiyet taklidi yapan çokça müzisyen tarafından kullanılan, tam anlamıyla bir formüle dönüşmüş olması da en büyük açmazıdır herhalde. Çetrefilli bir mevzu olan samimiyeti kariyerlerine inanılır, güvenilir bir şekilde işleyebilmiş müzisyenlerse bu gürültünün içinden ifade biçim, yöntem ve güçleriyle sıyrılıyorlar. 
Glen Hansard, This Wild Willing kapağı

Glen Hansard, özellikle de Rhythm and Repose’da yakaladığı ifadenin katıksız gücüyle, bu kategorideki müzisyenlerin en önde gelenlerinden olsa gerek. Geçen sene nispeten sessiz sedasız yayınladığı This Wild Willing ise biçim ve yöntem anlamında yeni bir yol izleyen, gücün farklı, daha puslu bir ışık altında servis edildiği, dalga dalga patlamaktan ziyade nakış gibi işlendiği bir albüm. 2018 tarihli Between Two Shores’un klasik rock güzellemesinden fersah fersah uzak olmasına rağmen Hansard’ın şarkı yazımına içkin özellikleri daha uysal bir biçimde, hatta farklı müzik geleneklerinden esintileri de katık ederek sergilemesiyse, albümün yukarıda bahsettiğim gürültüden sıyrılmasını sağlayan şey. 

Rock dünyası da bu samimiyet gürültüsünden, rock baladı gibi bir klişeye sahip olabilecek kadar mustarip. Bu gürültü temelde bir üslupsuzluk sorunu olarak düşünülebilir. Üslup, bir eserle sanatçının bütünleşmesinden doğar; sanatçı dediğimiz de sanatçının bizdeki intibaından ibaret. Bir şarkıyla bu intibaın bir şekilde uyuşmadığı noktada da şarkı, olmaya çalıştığı şeyin bir taklidi ya da bir klişe haline geliyor. Sunny Day Real Estate, rock müzikteki bu klişe duvarını aşabilecek üslubun temelini atan gruplardandı, gecikmeli tek kurşunluk uzantı The Fire Theft de, tüm eksik ve gedikleriyle, bu üslubun bir eklemi. 

Gerçek samimiyet ile samimiyet taklidi yapmayı ayırmak, özellikle de müzikte fazlaca meşakkatli, dinleyici yatırımı gerektiren bir iş. Gerçek hayattaki samimiyet yakınlık ve yalınlıkla sağlanıyor diyebilirsek, müzikte de bunu takip edebiliriz belki. Uğraşı gereği, tanımadığı insanlara seslenen müzisyenin yakınlığını ölçmeye çalışmak yanıltıcı olur, müzisyeni tanımadığımız gerçeğini es geçmemize mahal verir. Bu anlamda yalınlık daha güvenilir bir referans noktası teşkil ediyor, en azından müzisyeni dinleyicinin kulaklarında çıplak bırakıyor. Cesaretle özdeşleştirilmesi de buradan herhalde. 

Aynı anda hem yalın hem de ilginç bir müzik eseri üretebilmek zor. Enstrümantasyon kaynaklı kısıtlar bir yanda, diğer yanda hepimizin içinden geçtiği süreçlerin lacivertini anlatan, hikaye oldukları için de bir nebze yalan söylemek zorunda olan, fazlaca tanıdık hikayeler. Çağın hissiyat ve ihtiyacını boğazından yakaladığı angst baladlarıyla son birkaç yıldır adını geniş kitlelere duyuran Julien Baker’ın geçen sene yayınladığı iki EP’den ilki, bu yalınlığın başarılı örneklerinden bir tanesi. Bu konuda kerteriz aldığım eserlerden biriyse, Willis Earl Beal’ın neredeyse kendi kendine, kendisi için yazıp söylediği “Wavering Lines”. 

Yeni & Gibi

Eylül ayımı iki yeni albüme teslim ettim: Ultra Mono ve Throes of Joy in the Jaws of Defeatism. Ne IDLES ne de Napalm Death ile ilgili yeni bir şey söyleyebilirim, yalnız, ikisinin de geçen sayıdaki “Kızgın Müzik” başlığına en tepeden giriş yaptılar.
Bu kapağa bakıp da albümü dinlememek günah değil mi? O yüzden kapağa tık.

Ohms’u sevdim, sevmeye ve sindirmeye devam ediyorum, ancak albümün benim için en büyük hizmetinin Deftones diye bir şeyin varlığını hatırlatması olduğunu da söylemem gerekiyor. Favori grubunuzun favori grubu klasmanında yarışabilen ağır toplarla ilgili bir deneyim oluşturamamak, insanların hangi birini tavsiye edeceklerini şaşırdıkları diskografiye kafa göz girişmeye üşenecek kadar tembel olmasına rağmen heptenciliğinden de ödün vermeyen bendeniz gibi yük eşeklerinin kendilerini her daim içinde buldukları bir sarmal. Deftones ve beni şu ana kadar es geçen tüm ikibinler albümleri de bu sarmala kurban gidiyordu ki hasbelkadar Ohms’u dinledim, Ohms’u sevenlerden Koi No Yokan tavsiyesini aldım ve yıllar önce kaçırdığım treni koşarak, depar atarak yakalamaya karar verdim.

Lokal Palas

Çoğumuzun Mehmet Güreli’nin “Kimse Bilmez” yorumu vasıtasıyla değip geçtiğini düşündüğüm Kent Ozanları toplaması, Türkçe müziği son yirmi yılına bir şekilde iz bırakmış onaltı müzisyenin emeğini sergiliyor. Nejat Yavaşoğulları’nın en iyi işi olduğunu hala iddia ettiğim “Mualla” ve Teoman’ın orijinali kadar başarılı akustik “Sessiz Eller” versiyonunun yanında, albümün benim için en önemli tarafı muazzam açılış dörtlüsü. Feridun Hürel’in Türkçe sözlü hafif müzik geleneğine selam çakan keyifli başlangıcının üzerine, 1969 tarihli kırkbeşliğindeki “Ölüm”ü yeniden seslendirerek kürek kürek toprak atan Hümeyra, yukarıda andığım ‘kendi kendine söyleme’ niteliğine sahip bir şarkı.
Hümeyra, 1969 tarihli Ölüm / Olmasa kırkbeşliği. O dönemden bir performans kaydı için tık.

Yakın zamanda Can Çankaya, Matt Hall ve Turgut Alp Bekoğlu’yla Kimse Kalmadı’yı yayınlayan Erkan Oğur’un geçmişteki işlerini karıştırırken, Bülent Ortaçgil şarkılarının farklı sanatçılarca yorumlanıp derlendiği Şarkılar Bir Oyundur albümüne denk geldim. Oğur’un daha sonra Dönmez Yol toplamasına da dahil edeceği “Pencere Önü Çiçeği” uyarlaması albümdeki en parlak çalışma. Nükhet Ruacan ve Birsen Tezer’in katkıları da albümün benim için öne çıkan taraflarından.

Önerdikleriniz

Warpaint’in zamanında çok da dikkat ayırmayarak dinlediğim Heads Up albümü öneri olarak gelince, klon indie rock albümlerinden ayrıldığı noktalardan birinin de şarkılardaki ritmik çeşitlilik ve davul prodüksiyonundaki başarılı seçimler olduğunu düşündüm. Sorumlu kişi Stella Mozgawa’nın bu çeşitliliği bir ileri seviyeye taşıdığı yer ise Desert Sessions projesinin geçen sene yayınladığı Vols. 11 & 12 albümü, özellikle de “Far East for the Trees” parçası.
Mozgawa'nın Kurt Vile ile çaldığı bir performansı izlemek için yukarıdaki aşırı kuul fotoğrafa tık.

Hazır davulcu muhabbeti açmışken, Mozgawa’yı Fred Armisen’ın “Standup For Drummers” gösterisinde de izleyebileceğinizi not düşeyim.
 

Yukarıdan bir kopyala-yapıştır: Tüm önerilerinizi Twitter’dan ya da bu bültene doğrudan bir e-posta cevabı göndererek ulaştırabilirsiniz.

Dördüncü sayıda görüşmek üzere.

 
Don't miss what's next. Subscribe to Albümk:
This email brought to you by Buttondown, the easiest way to start and grow your newsletter.