Albümk #12 - Kahveci - 18422
Bir kahvecide oturuyorum, aklınıza gelen ilk tip kahvecide.
Nerede olduğunuz fark etmiyor, yani bu tip bir kahveciyi barındırabilecek kadar sosyal stabilliğe sahip bir ülkede olduğunuz sürece fark etmiyor, bu tip bir kahveciye oturunca bir his basıyor insanı. Herkesin bir projesi olduğunu görüyorsunuz, kendilerince. Herkes iyi giyimli, herkes bir ekrana bakıyor ya da etraflarındakilere hararetle bir şeyler anlatıyor. E-posta kutunuza, sosyal medya hesaplarınıza düşenler bu insanlar tarafından yapılıyor. Size benzeyen, çok benzeyen, bu kadar çok benzemesini istemediğiniz insanlar tarafından. Aynalarla çevriliymiş gibi hissediyor insan, yani siz, ben. Kafa işi diye kodlayıp ölçüsüz bir sosyal sermaye addettiğimiz projelerin tek ama tek ama tek ama tek ama tek yakıtı olan biricikliği zarar görüyor, insanın. Yaptığım bu şeye gerek var mı? Kahveciler bu soruyu bağırıyor.
Yirmili yaşlarımın başı itibariyle canhıraş giriştiğim projeler teker teker görkemsiz nihayetlere erince, iğneyi, çuvaldızı, elime geçen sivri uçlu her şeyi kendime batırıp, bu yaptığım işlerin ne halta yaradığı girdabına kapıldım. Bir işe yaraması gerekmediğini anlayana kadar birkaç yıl geçti. Gerek yok. Ne fotoğrafçılara gerek var ne bültenlere, ne illüstratörlere gerek var ne bloglara, ne müzisyenlere gerek var ne eleştirmenlere, ne yazarlara gerek var ne niş konu meraklılarına. Konunun bir gerek meselesi olduğunu düşünmek tuzağın, yani işlem bazlı düşüncenin bir ürünü. İşlem bazlı düşünce kahveciyi bir piyasaya, kahve içenleri birer iktisadi ajana, üretilenleriyse elyaf misali bir dolgu malzemesinden hallice, meraksız bir vasata indirgenmiş içeriğe dönüştürüp, tüm olan biteni bir arz-talep ilişkisine endeksleyiveriyor. Halbuki kişi rastgele anların manyetizmasından ibaret, neyi sevip sevmeyeceği, elinden ne geleceği ne kadar kendi kararı? Götünde dev eşofmanla koltukta döne döne Number1 TV, Dream TV izleyen onbir yaşındaki ben, bir zaman sonra hayatını ele geçirecek bir müzik saplantısına tutulacağını bilerek veya umarak mı yaptı bunu? Kendisine bir gerek duyulacağını düşünerek, kendisini bir piyasanın içinde bulacağını bilerek mi yaptı? Hayır. Aklında sütlaçtan başka bir şey yokken yaptı, sonra da olan oldu.
Neden şu veya bu olmadım, neden bundan değil de şundan zevk alıyorum gibi soruların cevabını aramaya çalışmak delirtici bir çaba. Hayatımızı yaşadığımız rastgeleliğin bir sonucu olarak elimizden bir şeyler gelmeye başlıyor. Bir noktada, elimizden gelen bu şeyleri karşılıksız bir pratiğe dökme iyiliğini göstermemiz gerekiyor kendimize. İşin tek gerek kısmı bu. Bu bir imtiyaz, varsın olsun. Elinden bunlar gelebilenler sınıf ve coğrafyasına doğduğum için şanslıyım /ve/ bu şansla bir şeyler yapma isteği bir kaşıntı, bir refleks gibi. Bu refleksi bastırdıkça da, işlem bazlı düşünceye teslim edip ‘ulan ben bu müzik yazı çizi falan filan işlerinden nasıl para kazanırım yoksa sıçtık valla sıçtık’ spiralinde kayboldukça da eksiliyorum.
Bu ikinci kısım, yani bu kafa işi mevzuunun don giyeyim götüme değmesinci, açıkgöz tarafı farklı bir konu. Bahsettiğim şeyin, yani ilk kısmın adı başkası korkusu, belki. Elinden bir şey geldiğini fark eden kişinin, herkesin elinden bir şey geldiğini fark ettiği an tohumu atılan korku. Önemsizleştiren, geç bırakan, adımları yarım yarım attıran, illetten bir şey. En kötüsü de bir çıkmaz: işiniz ciddiye alınıp okunsun, dinlensin, duyulsun, izlensin istiyorsanız, kendinizi en azından bu işi bitirme cesaretini gösterecek kadar ciddiye alabilmeniz gerekiyor.
Okumalık
Bir Dinazorun Anıları, oniki yaşına giren her Türkiyeliye zorunlu olarak okutulmalı. Yaşasaydı Mîna Urgan’ın bu fikrimden nefret edeceğine eminim, ama yine de arkasındayım.
Dinlediğim üç albüm
PUP - The Unraveling of Puptheband - Yukarıda anlattıklarımı bir albüm formunda dinlemek isterseniz. Yılın açık ara en iyi işlerinden.
Soul Glo - Diaspora Problems - Nasıl anlatabilirim diye düşündüm, filtresiz kelimesi aklımdan gitmiyor. Filtresiz bir albüm.
Pedro the Lion - Havasu - Bültenin üçüncü sayısında, müzikte samimiyet kavramıyla ilgili düşüncelerimi yazmıştım. Pedro the Lion nam, Seattle’lı müzisyen Dave Bazan’ın Phoenix ve Havasu albümleriyle giriştiği kişisel tarih anlatısında, müzisyen ve müziği arasındaki sınırlar flulaşabildiği kadar flulaşmış.